GEÇMİŞİNİ ARAYAN ULUS
Yayın yok.
Yayın yok.

Maya - Kızılderili - Türk Benzerlikleri

Son 100 yıldır yapılan araştırmalar sonucu, artık gizlenemeyen ve gün gibi ortaya çıkan bazı gerçekler var ki, bu gerçekler herkes tarafından doğrulu kabul edilmiş, bilimsel değeri olan, kanıtlanmış bulgulardır.

Örneğin;
Hitit güneşi olarak bilinen semboldeki TENGRİ (yani evrenin heryerindeki tanrı, yaratan) ile Maya ve Aztek (güney ve kuzey Amerkia yeli halkları) tanrısı Quetzalcoatl (kutsal katlı, Tengri ile aynı anlamdaki kelime) sembolü ve adının bu kadar benzer olması sanırım basit bir tesadüf olamaz!!!

Bunun dışında;

Chac : Çak; Mayaların yıldırım tanrısıdır. Dilimizde hala ''Şimşek çaktı'' diye kullandığımız bir deyim...
Xiuhtecuhtl : Mayalarda Ateş ve zaman tanrısı, çifte göreve sahip olduğundan ''Çifte kutlu'' olarak okunmaktadır.
Tezcatlipoca : Rüzgar tanrısı. Tezkatlıbora olarak okunur.
Xochiqutzal : Çiçek ve güzellik tanırısı. Çokkutsal olarak okunur.

Ayrıca Amerika kızılderili dilindeki bazı kelimeler Türkçe ile neredeyse aynıdır;

Yat-kı : yatılan ev
Tamazkal : hamam, temiz kalmak
Yanunda : yanında
T-sün : uzun
Missigi : Mısır
Tepek : tepe
Hu : selam (anadoluda derviş selamıdır)
Türe : töre
Tete : dede
Atış-ka : ateş
Aş-köz : yemek
Yu : su
Yu-mak : yıkamak
Köç : göç
Tekun : tekin
Atağ : ata
Yaşıl : yeşil
Çakıra : çakır
Kün : gün
Atapaskan : kızılderili kabile adı
Ata-Hualpa : son maya kralının adı
Kalakmul, Uaxactun, Kopan : maya şehir isimleri

Bunlar sadece birkaç örnek, Fransız dilbilimci Dumesnil Türkçe ve Kızılderili dilinde 320 ortak ve benzer kelime tespit etmiştir.

Ortak Tarih

Birbirinden binlerce kilometre uzaklıktaki toplumlar ve kavimler nasıl oluyorda, birbirine benzer dilleri konuşuyor, gelenek, görenek, örf ve adetleri birbirine bu kadar çok benziyor? Nasıl bir bağ ki bu, aralarında o kadar mesafe olmasına rağmen binlerce yıllık tabletlerinde aynı konuları işlemiş ve yazmış oluyorlar? Verileri bir yap boz gibi düşünürek, bunları birleştirmeye başladığımızda karşımıza Mu kıtası çıkıyor ve Türklerin bu kıtadan dünyaya dağıldığını görüyoruz... Maya, Aztek, Kızılderililer, Sümer, Uygur ve İskitler ve ardılları onlarca Türk devletleri...

Şaşırdınız değil mi? Çünkü bugüne kadar bizlere dayatılan ve öğretilen tarihimiz böyle değildi!!!

Türkçe' nin Ayakta Kalma Savaşı

Bize öğretilen tarihte ''Türkler Orta Asya' dan geldi, göçebe ve barbar bir toplumdu, Anadolu'ya zorla girdi, kıydı, biçti ve kendine yurt edindi...'' gibi birçok saçma sapan şey öğrettiler yıllarca... Bizler de bunu kendimize yakıştıramadık, ''atalarımız barbardı'' ne de olsa, ama biz medeniydik... Hep içimizde yaşadık... Bazen ezildik, ne isterlerse yaptık, bazen kafa tuttuk yine ''barbar damgası'' yedik...

Kimimiz ''Batılı'' olarak hissetti kendini, aydın olarak tanımladı ''Jakoben'' oldu, kişiliğini benliğini teslim etti, ''bozkırda atlı süvari olacağıma, 18.yy' da Fransız şatosunda uşak olmayı tercih ederim'' dedi çevresine...

Kimimiz ''Ümmetçi'' oldu, tabanı batı düşmanı, tavanı batı boyunduruğunda çaresiz piyonlar gibi kullanıldı senelerce....



Önce kültürümüzü bize ''barbar'' olarak dayatıp öğrettiler, araştırmamıza izin vermediler... Nerede eski bir medeniyet keşfedilse ''bu batı kültürünün atasıdır'' diye sahiplendiler... Yani iyi olan herşey batı kötü olan herşey doğu mantığını çocukluğumuzdan itibaren aklımıza, fikrimize, beynimize ve hatta genlerimize işlediler....



Sonra dilimizden nefret etmemiz için ellerinden geleni yaptılar... Evrensel dil mantığı ile sömürgelerine öğrettikleri İngilizceyi, süsleyerek bizlere sundular... Önce okullarımızda zorunlu yabancı dil, sonra kurslarımızda büyük bir gelir kaynağı oluverdi İngilizce... Binlerce öğretmen bile olmayan yabancı ülkemize geldi, ne de olsa ünvanları ''İngilizce öğretmeniydi''... Hatta öyleki ulusal tv reklamlarımızda ''siz hala İngilizce konuşamıyor musunuz? Bilmiyor musunuz?'' diyecek kadar kimliklerini kaybetmişlerdi...



Bu ''Kültür Emperyalizmin'' önemli zincirlerinden ''Sistemli Dil Asimilesidir''. Bunu en iyi sokağa çıktığınızda görürsünüz... Dükkan ve mağaza isimlerine bir göz atın...

''Seven Hill'' deyince modern ve karizmatik, ''Yedi Tepe'' deyince çok banel, geri kafalı.... gibi zavallı cümleler kurarız birbirimize... Ne acıdır ki, hayran olduğumuz Amerika' da acaba ''Sam uncle's pub'' yerine ''sam amca' nın meyhanesi'' yazarlar mı? Veya Fransızca bir kelime olan ''bescuit'' i kendi şivesinde söylediği için dalga geçenler, acaba Fransızların neden ''yoğurt'' u bizim gibi söyleyemediği ile de dalga geçiyorlar mı? Ya de Niye Fransızlar ''paté'' yerine börek demiyorlar diye alay edebiliyorlar mı?

Kendinize sorun, ''Euro'' diyenle mi, yoksa ''Avro'' diyenle mi kafa bulursunuz??? İşte bütün mesele burda...



Zengin bir dil olan Türkçe' yi öylesine biçmişiz ki, bugün bir kaç yüz kelime ile güle oynaya konuşuyor olduk... Bir kelime söylüyeyince hangi anlama gelirse ona gülüyoruz... Çok yazık.

Ancak bu ''Sistemli Dil Asimilesi'' daha 15.yy da başlamış... Devletin ve İslamiyet' in Türkler tarafından altınçağı yaşanırken, Türkçe yi unutur olmuş devlet büyüklerimiz...

Sultanlarımızın hayatlarını incelediğimizde baştan sona neredeyse tüm padişahlarımızda hep aynı şeyi okudum... ''Çok iyi eğitim aldı, Arapça ve Farsça' yı mükemmel şekilde öğrendi ve konuştu''... Gerçekten ne eğitim ama...



Bu öyle bir ikilemdir ki bu, kimimiz batı hayranıyız, ''adamlar yapmış be kardeşim'' deriz, en az 3-5 kelime İngilizce öğrenmeye çalışırız... Kimimiz de ümmetçiyiz, Arapça ve Farsçayı, Araplardan ve İranlılar dan iyi okur öğreniriz...
Geçtiğimiz günlerde bir bakan; ''Arapça öyle zengin bir dilki, devenin 8-9 farklı adı var, herçeşidine bir isim vermişler, biz de nerdeeeee, her çeşidine deve dersin geçersin...'' demişti... Çok talihsiz bir açıklamaydı bu... Bir hayvanın çeşitlerine göre dil zengin oluyorsa, bu öz Türkçe ve Latincedir daha bunu bile bilmiyordu Arap hayranı bakanımız...

Kimimiz de kendi kültürünün peşinde koşarken, köklerini öğrenmeye çalışırken, ümmetçiler tarafından ''faşist milliyetçi'' damgası, batılılar tarafından ''geri kafalı, banel'' damgası yeriz..

Olsun yine de ''biz bu milleti karşılıksız sevenlerdeniz'' deyip yolumuza devam ederiz...

Kadim Kıta : MU

Son yıllarda tekrar gündeme gelen ve birçoğumuzun adını bile duymadığı Mu adası, aslında gerçekleri ilke edinmiş dünyadaki önemli bilimadamlarının yaklaşık yüzyıldır araştırdığı bir konu... Özellikle James Churcward' ın elli yılı aşkın 20 ülkede yaptığı araştırma sonucu, bulduğu binlerce tablet ve yazının sonucu olarak günyüzüne çıkmıştır. Churcward' ın ardından, Atatürk' ün görevlendirği Tahsin Mayatek' te konu ile ilgili çok önemli bilgilere ulaşmıştır. Tam da tüm bu çalışmalar unutulmuş veya dillendirenlere ''bu bir ütopyadır'' diyenler çoğunluk kazanmışken, Japon bilim adamı Masayuki Kimura' nın tezine göre çalışma başlatan Japon dalgıçlar, Pasifik' te Yonaguni Jima açıklarında ''işte gerçeğin ta kendisi'' dedirten muthiş görüntüler çektiler.... Mu kıtasının bir zamanlar var olduğunun en büyük kanıtlarından biriydi bu...


Mu Uygarlığı

Mu Kıtası; Amerika ve Asya kıtalarının ortasındaki Pasifik Okyanusunun ortasında Avustralya kıta adasının yaklaşık 4 kat büyüklüğünde bir kıtaydı. M.Ö.200.000 başladığı tahmin edilen ve M.Ö.70.000 tarihlerinde medeniyetini doruk noktasına ulaştığı belirlenen Mu uygarlığının nüfusu yaklaşık 100 milyondu... M.Ö. 12.000 tarihinde ada, depremler ve tufanlar sonucu zemininindeki gaz odacıklarının (bu tarihlerde ada halkı güneş enerjisinden ve termal enerjiden yararlanıyordu!) çökmesi ile yok olduğu tahmin ediliyor...



Mevcut tarihi bulgu ve bilgilerimiz ile, insaoğlu medeniyetinin M.Ö.5000 li tarihlerde çağdaşlığa geçtiğini kabul edersek, modern insanın 7500-8000 yıllık bir mazisi olduğu hesaplamaktadır.

Ancak Mu uygarlığının günümüzdeki tanımla; çağdaş uygarlığın zenginleşmesi M.Ö. 85000 li tarihler ile battığı kabul edilen M.Ö.12000 li tarihler arasında neredeyse 75000 bin yıllık bir uygarlık ve medeniyet olduğu keşfedilmiştir. Bu hiç şüphesiz, köklü ve büyük bir birikim ortaya koymuştur.



''15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamaktadır. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar, güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yiikseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı...''



21. yy da modern bilim, gezegen ve hayatın varoluşunu açıklarken, 15-20 bin yıl önceki yaratılış kavramının birbirine bu kadar benzemesi sizce sadece bir tedasüf olabilir mi?











Mu Kolonileri

Mu adasındaki medeniyet geliştikçe, yeni yerler arayışları ve ihtiyaçlar doğması sonucu, Mu yönetimi dünyanın başka yerlerinde koloniler kurmuş ve buralardaki insanları eğitmiş, öğretmiş, medeniyet temellerini atmışlardı... Amerika kıtasında ilk olarak M.Ö 50.000 yıllarında Meksika' ya çıkılmış ve burada bir gelişim yaşanmıştı, ardından kralllık kurulmuş ve diğer bölgelere yayılmışlardı. M.Ö. 35.000 tarihlerinde Hindistan ve Asya'da koloniler kurulmuş ve yine bu tarihlerde Mezopotamya ile Ön Asya'da çeşitli uygarlıklar kurdukları tespit edilmişti...



Bu koloni uygarlıkların hiç şüphesiz en büyüğü Uygur İmparatorluğuydu...
IÖ.1000'li yıllardaki Çin belgeleri Uygur'ların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.





Mu Dini

Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların ünvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır' da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Bunun dışında Japon imparatorlarına da ''Güneşin Oğlu'' denir...

İmparatorların altında ise; Naacal' ler bulunuyordu. Bunlar; bilge bilim adamı ve rahiplerdi. ''Kutsal Sırlar Kardeşliği'' denilen bir topluluk üyesiydi.



75 bin yıllık bir uygarlığın inancı; 100 milyona yakın insan topluluğunu bir arada, uygarca ve medenice yaşamasına olanak veriyordu. Mu' da ki insanlar ''Tek Tanrı'' ya inanıyorlardı. Hatta bu o kadar kutsal ve o kadar üstün bir inançtı ki; Tanrının adını doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi. Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.

Naacal' ler özellikle diğer kolonilerine ve dünyanın heryerine tek tanrılı dinlerini götürdüler. Sıradan insanların anlayabilmeleri için bunları çeşitli sembol ve figürler ile anlattılar. Bu sembol ve figürleri okumayı sadece imparatorlar ve naacaller biliyorlardı.

Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Yaratanın kusursuz gücünü ve kudretini insanlara anlatmanın bir yoluydu. Güneşin sonsuz gücü ve büyüklüğünü gören insanlar bunu yaratan çok daha sınırsız bir gücün olduğunu anlayabiliyorlardı. Nede olsa dünyanın diğer bölümlerindeki insanların o çağlardaki medeniyet seviyesini, bugün modern bilim de ne kadar başlangıç düzeyinde olduğunu kabul etmektedir. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve dogmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Yaratanın kudretini açıklayacak en büyük simge güneşti. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde insanlar bu sembolleri kendi amaçlarına göre putlaştırdı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.



Mu dini sembollerinin en önde geleni, "Mu Kozmik Diyagramı"dır. Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içiçe geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanriya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemierin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.



Naacal mabetlerinde ay, bir sembol olarak güneşin hemen yanında yer alır. Hem baba, hem ana olan Tanrının eril sembolü güneş, dişil sembolü de ay'dır. Kozmik diyagram üzerinde de görüleceği gibi üçgenin ve üç sayısının Naacal öğretisindeki yeri büyüktür. Üç sayısına verilen önem Mu kıtasının kendisinden kaynaklanmaktadır. Mu kıtası üç parçadan oluşmuş, ve aralarında boğazların bulunduğu adalar topluluğudur. Bu nedenle üçgen, hem Mu kıtasını, hem de, Tanrının eril ve dişil yönleri ile onlardan südur eden İlahi Kelamı, yani evreni simgeler. Üçgen içindeki göz, ana kaynağın, yani Tanrının, varlığını insan üzerinde daima hissettirdiğini, bir biçimde onu gözlediğini remzeder. Bu sembol, Osiris ile önce Atlantis'e buradan Hermes ile Mısır'a, Mısır'dan Yunanistan'a ve nihayet günümüzde Masonluğa kadar ulaşmıştır.



Mu dininin dört temel kavramı vardır :

1-Tanrı tektir. Herşey ondan varolmuştur ve ona dönecektir.

2-Ruh ile beden birbirinden ayrıdır. Beden ölür ve ayrışırken ruh ölmez.

3- Ruh, mükemmeliğe ulaşmak için değişik bedenlerde yeniden doğar.

4- Mükemmeliğe ulaşan ruh Tanrıya döner ve onunla birleşir.



Naacal öğretisinin bir diğer temel dayanağı, Tanrısal Nurdan oluşarak çıkmış olan dört temel gücün kainatı kaosdan düzene geçirmiş oldukları teorisidir. Tanrının kendi asli nitelikleri olarak kabul edilen bu dört temel güç, "dört büyük inşaatçı", "dört büyük mimar", "dört büyük geometri üstadı" olarak adlandırılır. Bu dört temel eleman, ateş, yel, su ve toprak'dır.

Semavi dinlerin doğuşu ile bu dört temel eleman, "dört baş melek" olarak adlandırılmışlardır. Naacaller bu dört temel gücü gamalı haç ile sembolize etmişlerdir. Jeolog Niven'in bulduğu tabletler üzerinde rastlanan bu haçlardan, kollanının dördü de aynı uzunlukta olanının dört gücün eşitliğini, uçları kıvrık gamalı haçlardan ağızları sola dönük olanların iyiliği, sağa dönüklerin ise kötülüğü simgelediklerini görüyoruz. Bu konular üzerinde derin araştırmalar yapmış olan Hitler'in, imparatorluğuna sembol olarak ucu sağa dönük gamalı haçı seçmiş olması bir tesadüf değildir. İsa'nın da öğretisinde kullandığı haç sembolü aynı kaynaktan, Mu'dan gelmektedir.



Yıkılan Mu Kıtası ile birlikte insanoğlu hafızasında bir daha asla silinmeyecek bir felaket bilinçaltı oldu. Bu felaket ile birlikte Mu dini, kültürü ana kıtada yok olurken, Naacal' ler ve koloniler aracılığı ile tüm dünyaya dağıldı. Özellikle Mu' dan oluşan koloni uygarlıklardan; Mısır,Uygur, Hint ve Sümer medeniyetleri, her ne kadar birbirinden bağımsız gibi görünsede aynı mantıkla günümüz tektanrılı inanç sisteminin halkalarını tamamladılar. Bu diğer birçok kavimde öğretilerin yerini, sapkınlık ve putpereslik gibi maddeye tapınma aldıysa da, birçoğu yapı olarak, ibadet, dini gelenek ve semboller bakımından Mu dinini sürdürmeye çalıştılar.



Karmaşık gibi görünen ve bir türlü parçalarını birleştiremediğimiz, gerek felsefi dinler, gerek putpereslik, gerekse semavi dinler, özü bakımından birçoğunda ''yaratana ulaşma'' adına gelişen ve şekillendirilen kavramlardır. sadece bazı sapkınlar tarafından nesneleştirilmiş veya somutlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak hiç şüphesiz Yüce Yaratanımız bizlere verdiği akıl ve vicdan ile kendi doğrumuzu geçen binlerce yılda bulmamıza yardım etmiştir.